Önce kız evinde gelinin çeyizleri duvarlara asılır, o gün herkes gider bunları görürdü. Ben bu çeyiz bakmayı çok severdim. Duvarlardaki kanaviçeleri, ince iplikle örülmüş dantelleri, iğne oyalarını seyrederken, sanki bir sanat galerisini geziyormuş gibi zevk alırdım. Bir tarafta da düğün ebesi, damat tarafından gönderilen takıları (Buna dürü diyorlardı.) eline alıp gelenlere gösterir, yüksek sesle de kimden olduğunu - kaynanasından bir inci kolye gibi - söylerdi. Hediyeler açıklanırken hanımlar aralarında hediyelerle ilgili yorumlar yapar, bazen de düşüncelerini kaş göz işaretleriyle birbirlerine gizlice anlatmaya çalışırlardı. Bu arada ikramlar yapılır, gelen konuklar ağırlanmadan gönderilmezdi.
Bir gün de gelin hamama götürülürdü, buna kına hamamı deniyordu.
Hatırladığım kadarıyla düğünün en önemli bölümü gelinin oğlan evine getirildiği gün olurdu. O gün hem eğlencenin en coşkulusu hem de ikramın en zengini yapılırdı. Sofra yaygılarının üzerine yer sofraları kurulur, etrafına minderler atılırdı. Daha sonraları yer sofralarının yerini masa ve sandalyeler almıştı. Yemekler genellikle ortadan yenir, ancak özel misafirlere ayrı tabaklar verilirdi. Yemekte önce yoğurt çorbası, sonra düğün sahibinin imkânına göre etli güveç, yaprak sarması, salata ve bazen de ilave zeytinyağlılar olurdu. Ardından el açması baklava verilir, baklavanın üstüne mutlaka pirinç pilavı ikram edilirdi. Yemek bittikten sonra çalgı başlar, hanımlar birer ikişer oynamaya kalkardı. En gözde türküler, "Meşeli" ile "Kayalar Mürdüm Mürdüm" türküleriydi. Hanımlar müziğin ritmine göre iki ellerini dirseklerinden kırıp havaya kaldırarak parmaklarını şıklatırken birbirlerine doğru yürürler, göbeklerini birbirine değdirdikten sonra aynı şekilde geri geri giderler, arada bir de kendi etraflarında dönerlerdi. Bu sırada gelin bir köşede duvağıyla oturur, sessiz sessiz oynayanları seyrederdi. Eğlence sona erdiğinde, misafirler düğün sahibine iyi dileklerini iletir, evlerine dönerlerdi.