Hz. Muhammed'in Mezhebi Neydi? [Ömer Sağlam]
Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.
Geçenlerde (16.02.2014) Habertürk
TV kanalında yayınlanan "Öteki Gündem" programın
konuklarından birisi ilahiyat profesörü Muhammet Nur Doğan, diğeri de
Tarihçi-Yazar olarak tanıtılan Erol Çalı idi. Konusu "İslam'da Fitne" olan programda Prof. Dr. Muhammet Nur
Doğan, aklı, Erol Çalı ise anlayabildiğim kadarıyla aklı fazla reddetmese de
daha çok nakli temsil ediyordu.
Programda konuşulanlardan
aklımda kalan şeyler, daha çok Muhammet Nur Doğan'ın söylemleri oldu. Muhammet
Nur Doğan, mezhep ve mezhepçiliğin İslam'ın özüne aykırı olduğunu, bu tür
şeylerin Hz. Peygamberin devrinde, yani Asr-ı Saadette ortaya çıkmış şeyler
olmayıp, sonradan ortaya çıktığını, mezhep kurucusu diye isimlendirilen
kişilerin gerçekte mezhep kurucusu olmadıklarını, onlara izafe edilen
mezheplerin, Müslümanların sonraki devirlerde bu zatların ortaya koydukları
fıkhî görüşler etrafında toplanmasıyla oluştuğunu, mezheplerin temelinde etnik
farklılıkların da yattığını, etnik faktörlere dayalı mezheplerin, İslam'da
fitneye sebep olduğunu ve bu sebeple İslam Dünyası'nda asırlarca kan
döküldüğünü ve dökülmeye devam ettiğini, sadece Cemel Vak'ası ve Sıffin
Savaşı'nda 83.000 Müslüman'ın telef olduğunu, Kerbela'da ise Ehl-i Beyt'e
mensup 70 küsur kişinin katledildiğini dile getirmiştir.
Hadislere kuşku ile
yaklaşılması gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan, tv ekranlarına
çıkıp, "Faiz yiyenle, Kâbe'nin içinde anasıyla yetmiş kere zina
etmişçesine günah işlemiş olurlar" şeklinde Hz. Peygamber'e hadis
isnat edenlerin, büsbütün şarlatan ve müfteri olduklarını da beyan etmiştir o
program sırasında.
Hz. Peygamber Eğer Bunları Görseydi Gerçekten Utanırdı!
Tarihçi-Yazar Erol Çalı'nın da
iştirak ettiği bu bilgiler, gerçekten de insanın kanını donduracak türden bilgilerdir.
Söz konusu programda, adı geçenlerin de vukufiyetle dile getirdikleri gibi,
birçok kaynakta Hz. Peygamber'in vefatından sonra, Hz. Aişe bizzat siyasete
bulaşmış ve siyasi iktidar mücadelesine girişmiştir. O, Hz. Peygamber'in eşi ve
Müminlerin annesi olmasının yanında, Hz. Peygamber'in damatlarından hem Hz.
Osman'a, hem de Hz. Ali'ye karşı gelen siyasi bir figürdür. Hz. Ali'ye
düşmanlığının sebebi, "İfk Hadisesi" sebebiyle
hem damadı, hem de amca oğlu olmasından, yani kendisiyle yakın akraba
olmasından hareketle Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber'e Aişe'yi boşamasını tavsiye
etmesidir. Anlaşılacağı gibi; Hz. Aişe'nin Hz. Ali'ye olan düşmanlığı, büyük
oranda aile içi sürtüşmenin bir sonucu olup, biraz da duygusal nedenlere
bağlıdır.
Rivayete göre; 627 yılında
Müstalikoğulları üzerine gerçekleştirilen Müreysi Gazası dönüşünde henüz 16
yaşlarında genç bir kadın olan Hz. Aişe, gerdanlığını kaybetmiş ve bulmak için
aranırken ordunun gittiğini fark edememiş ve geride kalmıştır. Bunun üzerine Safvan
Bin Muattal isimli bir sahabi, Aişe'yi kendi devesine bindirerek
arkadan orduya yetiştirmiş, bu manzarayı gören münafıklar Hz. Aişe ile Safvan
arasında ilişki olduğunu beyanla kendisine zina iftirasında bulunmuşlardır.
Olay, Hz. Peygamber'i üzüntüye gark edince ailenin bir parçası olan Hz. Ali,
O'na Aişeyi boşamasını tavsiye etmiş, Aişe de bunu duymuştur! Dolayısıyla;
Aişe, Ali'nin bu iftiraya inandığını düşünerek kendisine kırılmış ve bu
kırgınlık araya giren fitneciler yüzünden zaman içinde büsbütün düşmanlığa
dönüşmüştür. Öyle ki; Hz. Osman'ın katledilmesinden sonra Hz. Aişe, Hz. Ali'nin
değil, Talha b. Ubeydullah isimli sahabenin halife olmasını istemiş ve bu
düşmanlığı, 656 yılında cereyan eden Cemel Savaşı'nda Hz. Ali'ye karşı gelen
orduya kumandanlık yapmaya kadar vardırmış ve bu savaşta, halifeliğe aday
gösterdiği Talha b. Ubeydullah ile birlikte 8.500'ü kumanda ettiği ordudan
olmak üzere toplam 13.500 sahabenin bir hiç uğruna ölmesine sebep olmuştur!
Hilafeti sırasında kayırmacı,
yakınlarına bol keseden makam, mevki ve maddi çıkar sağladığı gerekçesiyle Hz.
Peygamber'in diğer damadı Hz. Osman'a da düşman olan Hz. Aişe, Osman'ı
iktidardan uzaklaştırmak için Mısır'dan gelen orduya bilerek karşı çıkmamış ve
Osman'ın evinin sarıldığını haber aldığı halde isyancıları teskin etmek yerine "Hacca
Gidiyorum" bahanesiyle Medine'yi bile terk etmiştir. Ne acıdır ki;
evine girip Hz. Osman'ı sakalından tuttuğu gibi yere çalan ilk kişi de Aişe'nin
kardeşi, yani Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed b. Ebi Bekir olmuştur. Osman'ın,
Muhammed'i karşısında gördüğünde ki tepkisi "Baban senin bu halini
görseydi senden utanırdı" olmuştur. Dolayısıyla; Hz. Muhammed, eşi Aişe'nin ve kayın biraderi Muhammed b.
Ebi Bekir'in yaptıklarını görseydi gerçekten utanır ve hatta kahrolurdu!
...
Bahsi geçen programda, Muhammet
Nur Doğan ve Erol Çalı, bu tür acıklı olayları anlattıktan sonra özellikle
Muhammet Nur Doğan, mezhep olgusunu, dinin kaynağı olarak da Kur'an dışındaki
kaynakları açıkça reddetmiştir.
Bilindiği gibi; İslam Alimleri "Edille-i
Şerie" adı altında "Dinin Kaynakları"nı,
umumiyetle Kitap (Kur'an-ı Kerim), Sünnet (Hz. Peygamberin söz ve
fiilleri), İcma (İslam Alimlerinin ortak görüşü) ve Kıyas-ı Fukaha (Alimlerin
bazı kıstaslardan hareketle mevcut delillere kıyasla Kur'an'da ve Sünnet'te
deli olmayan problemler hakkında verdikleri hükümler) şeklinde açıklar ve kabul
ederler.
İtiraf etmek gerekirse; biz de
Muhammet Nur Doğan gibi düşünenlerdeniz. Öyle ya; uydurma hadislerin havalarda
uçuştuğu ve en ciddi kaynaklara kadar sirayet ettiği bir ortamda hadislerin,
bilginin ve bilimin bu kadar geliştiği bir devirde yüzyıllar öncesinde varılan
ortak kanaatlerin, yani icmânın, mezheplerden en eskisi olan Hanefiliğin
temelini oluşturan İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin Kur'an ayetlerine ilave olarak
sadece 50 civarındaki hadisten hareketle hüküm verdiğini, yani Mütevatir (râvi
zinciri sağlam ve kesintisiz olan) hadislerin tamamının henüz tedvin edilmediği
bir zamanda hüküm verdiğini düşünürsek; asırlarca önce kıyasen verilmiş
hükümlerin, en azından bu devirde dinin
kaynağı olarak kabul edilmesi mümkün değildir. İslam Dünyası'nın, yani
Müslümanların temel sorunu da zaten budur. Yani "yüzlerce yıl önce verilmiş hükümlere sıkı sıkıya bağlı
olmaları" demek istiyorum.
Bu bakımdan Muhammet Nur
Doğan'ın, bahse konu programda "Hz. Ali'yi öldüren haricilerin devamı
bugünkü El-Kaide'dir" şeklindeki benzetmesi oldukça anlamlıdır ve
üstelik doğrudur da. Bilmeyenler için söyleyelim; El-Kaide ve Taliban gibi
fanatik ve katı görüşlü örgütler, bir anlamda Suudi Arabistan'ın Milli ve
siyasi mezhebi olan Vehhabilik gibi İslam'ın "çöllü insanlarca" yani
"Bedevilerce" yapılmış yorumu olan Hanbeli Mezhebi'ni temel alan
İbn-i Teymiye'nin görüşleri etrafında şekillenmiş örgütlerdir. Esasen El-Kaide'nin
kurucusu olan Usame Bin Laden'in de bir Suudi vatandaşı, hatta Suudi
Arabistan'ın en büyük sermaye gruplarından birisi olan "Laden"
ailesinin bir mensubu olduğu biliniyor ki; Diyanet İşleri Başkanlığı, hac ve
Umre organizasyonları sırasında pek çok ihtiyacını bu grup üzerinden
gidermektedir. Mesela hacı adaylarına Arafat'ta verilen kumanyaları bu "Şirket-i
El-Âlemi" ismiyle faaliyette bulunan Laden Grubu temin etmektedir!
En azından 1998 veya 2003 yılı haccında durum böyleydi.
Hz. Peygamber'in Mezhebi Neydi
ve İslam'da Hak Mezhep Meselesi!
Arapça "Mezhep"
kelimesi, Türkçemize "Gidilen yol" olarak
tercüme edilecek bir kelimedir. Bu anlamda "Tarikat" kavramıyla yakın
bir anlam içerir. Bilindiği gibi; "Tarikat" kelimesi "Yol"
anlamına gelen Arapça "Tarik" kelimesinin çoğulu
olup "Yollar"
anlamına gelmektedir. Arapçada "Parti" anlamına gelen "Hizb"
kelimesi de yine "Mezheb-Mezhep" kelimesi ile aynı kökten gelir.
Hizb'ullah, Hizb'uttahrir, Hizb'i İslami gibi. Buradan varılacak netice şudur;
"Mezhep" bir anlamda "Hizb", yani "Parti"
demektir.
Hele hele mezheplerin, şu ya da
şekil ve derecede, fikir babaları veya fikir öncülleri kabul edilen kişilerin
(yani imamların) mensubu bulundukları etnik karakterlerini ve kültürel
motiflerini taşıyor olmaları, bizim bu konudaki düşüncemizi son derece
güçlendirmektedir. Mesela Türk Dünyası, yani Balkanlar'dan Orta Asya'nın en
uzak noktalarına kadar uzanan coğrafyada yaşayan Türkler, umumiyetle İmam-ı
Azam Ebu Hanife (Numan b. Sabit) ile İmam Maturidi'nin İslam yorumları
etrafında toplanmışlardır ki; her iki ismin de Türk oldukları bilinmektedir.
Bunun anlamı şudur; Hanefilik ve Maturidilik, bir anlamda Türklerin İslam'a
giydirdikleri birer elbisedir. Yani, Hanefilik ve Maturidilik, bir anlamda "Türk
İslam"ı ya da "Türk Müslümanlığı"dır ki;
bu anlamda Aleviliğin de bu inançlardan az çok etkilendiğini söylemek fazla
yanlış olmayacaktır.
Zira Aleviliğin, İslam'ın
Türkler arasında yayılmasında öncülük ettiği kabul edilen Hoca Ahmet Yesevi ve
Hacı Bektaş Veli'nin fikirleri etrafında şekillendiği ve bu iki ismin, tıpkı
kendileri gibi Türk oğlu Türk olan Ebu Hanife ile İmam Maturidi'nin
fikirlerinin dini hayata uygulandığı coğrafyada, yani Ulu Türkistan'da
yetiştikleri ve tebliğ görevini bu coğrafyada yaptıkları bilinmektedir.
Aleviliğin içine sonraki yıllarda bazı yabancı fikirler, örneğin bugün İran'da
yaygın olup, Fars Milli Kültürü'nden izler taşıdığı için bir anlamda İran'ın
Milli Mezhebi (yani bir anlamda İran'ın Milli Partisi) olan Şiilik'ten
alıntılar bulunduğu kabul edilebilir. Elbette Aleviliğin içinde kadîm Türk
Kültürü'nden ve Anadolu'da yaşamış eski kültürlerden, hatta Hıristiyanlık gibi
diğer bazı Semavî dinlerden de bir kısım izler bulunmaktadır. Örneğin, Alevilikteki
"Dara
Çekilmek" ile Hıristiyanlıktaki "Günah Çıkarma" ve
Alevilikteki "Düşkün ilan edilme" ile Hıristiyanlıktaki "Aforoz
etme" arasında direk ilişki ve etkileşimler vardır.
Bununla birlikte; her ne kadar
Hanefiliğin ve Maturidiliğin yaygın olduğu coğrafyadan çıkıp, şu ya da bu
şekilde başlı başına bir inanç sistemi haline gelmiş olsa da Alevilik, bizim
için en az Hanefilik ve diğer mezhepler kadar değerlidir ve önemlidir. Neticede
bütün mezhepler, az veya çok Kur'an ve Sünneti temel aldıklarını söyleseler de,
tamamı insanlar tarafından sistematik hale getirilmiş kurallar ve ilkeler
bütünüdür. Hepsi de aynı ölçüde değerlidir ve saygıya layıktırlar. Bu nokta-i
nazardan bakılınca Alevilerin en masum taleplerinin karşılanması, örneğin
cemevi yapımı için yer tahsis edilmesi ve okullarda diğer mezhepler kadar
Alevilik hakkında da bilgi verilmesi elzemdir ve gereklidir.
Bu bakımdan hiç bir mezhep
mensubu, kendi mezhebini veya mezhep öncülünü yüceltmek için Kur'an'dan ve
sünnetten delil aramaya, "Şu ayet veya şu hadis bizim
mezhebimize veya bizim mezhep öncülümüze, bizim pirimize işaret etmektedir"
demeye kalkışmasın. Önce kendi mezhep öncülünde bazı üstün meziyetler
vehmedip, arkasından da Kur'an ayetlerinde genele şamil olarak övülen bazı
üstün meziyetleri özel indirgeyip kendi mezhebine veya kendi mezhep öncülüne
teksif etmek, yanlış ki; yanlıştır! Hele hele, Kur'an ayetlerini, kendi
kafasına göre ve herhalde kendi mezhebine veya mezhep öncülüne işaret eder
tarzda yorumladıktan sonra "Kur'an'da bizim mezhebimizle veya mezhep
öncülümüzle ilgili şu kadar ayet vardır..." demek, büsbütün
insanları kandırmakla ve onları vesveseye düşürmekle eş değerdir. Bunların
tamamı safsatadır, boşuna gayretlerdir. Daha da önemlisi, mezhep çatışmalarına
yol açacak, mevcut çatışmaları ise daha da alevlendirecek art niyetli
yaklaşımlardır. Bu tür düşüncelere asla itibar edilemez. Din ve bilim, bunları
kaldıramaz ve korumaz.
Öte yandan sözlüklerimiz, "Mezhep"
kavramını, "Bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları sebebiyle ortaya
çıkan kollardan her biri" olarak tarif etmektedirler(1).
Durum böyle olunca; bildiğimiz
anlamda Hz. Peygamber'in mezhebi de yoktur, tarikatı da. O'nun mezhebi, yani
takip ettiği yol olsa olsa Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an'ın va'z ettiği din ise tektir,
biriciktir. Bu anlamda dini, Mezhep İmamı denilen adamların görüşlerinden
hareketle değil, Kur'an'da yazılı olduğu şekliyle hayatımıza uygulamak
zorundayız. Hz. Ali'nin takip ettiği
yolun ise Hz. Muhammed'in gittiği yoldan farklı olduğunu söylemek abesle
iştigaldir ve mâzallah insanı küfre bile götürür.
Kur'an öyle bir kitaptır ki; ne
O'nda, ne de O'nun ayetleriyle çelişmeyen hadislerde bugünkü anlamda hiçbir
mezhebe ve hiçbir tarikata işaret edilmemiştir. Eğer böyle bir şey olduğunu
iddia edenler varsa; bilin ki onlar, Kur'an'ın tabiriyle "Allah'ın ayetlerini kendi
menfaatleri için eğip büken" yalancılardır(2). Kur'an'da bulamadıklarını ise Hz. Peygamber'e söyleten hadis
uydurucularıdır. Ve bu konuda sarıldıkları en sağlam ip ise "O(Peygamber)
kendi arzusuna göre de konuşmaz. O(bildirdikleri) vahyedilenden başkası
değildir" şeklindeki Kur'an ayetleridir(3). Oysa o yalancılar bilmiyorlar ki; bu ayetler, ancak ve ancak
Hz. Peygamber'in "Bunlar Allah'tandır" diyerek tebliğ ettiği Kur'an
ayetlerini kapsamaktadır ve O aziz Peygamber, vaktiyle "Benden Kur'an'dan başka
şeyler yazmayın" diyerek ashabını bu konuda özellikle
uyarmıştır. Bu sebeple, O'nun insan
olarak ve sırf insani duygularla söylediği sözler ve yaptığı fiiller de vardır
ve bu sözlere ve fiillere de "Allah'ın
O'na vahyettiği şeyler" olarak bakmak yanlıştır ve Peygamber'in bu
kabil söylem ve eylemleri kendisine hastır ve biz Müslümanlar için bağlayıcı
değildir. "Peygamber böyle oturmuştur", "Böyle uyumuştur"
veya "yürürken
önce şu adımını atmıştır" diyerek onu taklit etmekle fazladan
sevap kazanılamaz. Sevap kazanmak, böyle ucuz ve zahmetsiz olamaz. Bu tür
şeyler, şekilcilikten ve maskaralıktan başka bir şey değildir. Merhum Mehmet
Akif işte bunun için demiştir ki;
"Çalış! dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!"
Elbette O, Allah'ın yakın
gözetim ve denetiminde birisi olarak, Kur'an'da yazılanlardan tamamen bağımsız
ve haşa Kur'an'a aykırı söylem ve eylemlerin içinde birisi de olamazdı, olmadı
da. Ufak tefek yanlış yaptığı anlarda bile Allah tarafından ayet gönderilerek
ikaz edildiği, hatta bazen azarlandığı bile olmuştur(4). Öte yandan en yakın görgü tanığı ve en gizli sırlarını öğrenme
imkanına sahip olan eşi Hz. Aişe'nin "Onun ahlakı Kur'an idi"
şeklinde, beyanatta bulunduğu biliniyor
ki; esasen bizzat Allah, onun bu durumunu "Ve sen
elbette yüce bir ahlak üzeresin" diyerek
tescil etmiş bulunmaktadır(5).
Bizim "O'nun insan olarak
ve sırf insani duygularla söylediği sözler ve yaptığı fiiller de vardır ve bu
sözlere ve fiillere de 'Allah'ın O'na
vahyettiği şeyler' olarak bakmak yanlıştır" dediğimiz
şeyler elbette bunlar değildir. Biz sadece, Hz. Peygamber'in yatması, kalkması,
jest ve mimikleri, gülmesi, espri yapması, yürümesi, koşması, cinsel hayatı vs.
sırf insan olmasından mütevellit söylem ve eylemlerini kast ediyoruz. İnsanlar,
bu tür eylemlerinde Hz. Peygamber'i taklit etmekle sevap anlamında fazladan bir
şey elde edemezler. Mesela Hz. Peygamber, bu dönemde yaşamış olsaydı, aynı
hareketleri yine aynı şekilde değil, herhalde bizim gibi yapardı. Mesela
Müslümanlara büyük abdestten sonra kıçlarını en az üç taşla temizlemelerini
değil, herhalde su ile yıkayıp tuvalet kağıdı ile kurulamalarını tavsiye
ederdi. Ya da ne bileyim, yiyecekleri aynı kaptan elle, içecekleri yine aynı
tastan tepeye dikerek içmez, tıpkı bizim gibi ayrı tabaklardan kaşık kullanarak
yer, ayrı bardaklardan içerdi. Dişlerini temizlemek için ısrarla misvak değil,
fırça ve diş macunu kullanırdı.
Netice olarak ve
mükerreren diyelim ki; ne Hz. Peygamber'e, ne başta Hz. Ali olmak üzere; sahabelerinden herhangi birisine ve hatta ne
de ondan birkaç yüzyıl sonra yaşayan Müslümanlara bir mezhep isnat edilemez ve
bu insanlar herhangi bir mezheple veya tarikatla irtibatlı kılınamaz. Esasen en
eski ve en çok mensubu bulunan mezhep olan Hanefiliğin fikir öncülü olarak kabul
edilen İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin 767 yılında vefat ettiği düşünülürse;
Sahabelere ilave olarak "Tâbiûn" ve "Teba-i
Tâbiûn" adı verilen İslami neslin de herhangi bir mezheple
irtibatının kurulması akıl kârı değildir(6). Şu halde en eski mezhep bile, Hz.
Peygamber'in vefatından yaklaşık 200 sene sonra ortaya çıktığına göre; "İslam'da
Hak Mezhep" diye bir kavram da yoktur ve kabul edilemez. Ancak
mensubu bulunan mezhepler vardır, hepsi bu.
Dolayısıyla; "İslam'da
Hak Mezhepler" diyerek, Hanefilik, Şafilik, Malikilik ve
Hanbelilik, adı altında bazı mezhepleri hak ve makbul mezhep kabul ederek,
diğer inanç şekillerini ve gruplarını dışlamak İslam'ın özüne aykırıdır, yanlış
oğlu yanlıştır.
İsterseniz yazımızı
Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan'ın altına imza atabileceğimiz şu cümleleriyle
bitirelim:
"Benim ırkım, başkalarının ırkından; benim mezhebim/ meşrebim/ cemaatim, başkalarının mezhebinden/meşrebinden/cemaatinden; benim (çıkar) bölgem
başkalarının (çıkarlarının) bölgesinden üstündür.” düşüncesi aslında Adem
oğullarına ilahî ruh üflendikten sonra meleklerin muhatap olduğu (insana) secde
(itaat ve inkıyad) emrine isyan eden İblis’in sarıldığı mantıkî -dikkat
buyurunuz, aklî değil- gerekçe idi. Tamamen demagojiye dayalı bir üstünlük iddiası:
“Beni, topraktan üstün olan ateşten yarattın; o halde benim insandan daha üstün
olmam gerekir.” Demek ki, ırkçı, mezhepçi ve bölgeci fitnenin merkezinde
İblis’in mantığı bulunmakta ve Şeytan bu bölücü, ayırıcı ve ihtilafa düşürücü
ideolojinin önderi/lideri konumuna getirilmiş olmaktadır. Şeytan ve hizbinin bu
üç savaş üssünden üzerimize yönelttiği hücumlara karşı insanoğlunun tahkimi ve
takviyesi gerekiyor."(7).
Ömer Sağlam
____________________
1-Türkçe Sözlük, c, 2, s, 1555,
TDK Yayını, Ankara, 1998.
2-Kur'an-ı Kerim, Âl-i İmrân
Suresi, 3/78,
3-Kur'an-ı Kerim, Necm Suresi,
53/3-4.
4-Kur'an-ı Kerim, Mücadele
Suresi, 58/1, Abese Suresi, 1-16.
5- Kur'an-ı Kerim, Kalem
Suresi, 68/4.
6- İmam-ı Azam Ebu Hanife:
ö.767, Malik b. Enes: ö.795, İmam Şâfî: ö.820, Ahmet b. Hanbel: ö.855.
7-http://www.milatgazetesi.com/Bizi-etnik-ve-mezheb-ihtiras-boluyor/42705#.Uw8xovl_vWi
ALINTI YAPMAK İÇİN
- Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
ESER EKLEMEK İÇİN
- "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
YORUM YAZMAK İÇİN
Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.