Beypazarı'nda yaşadığımız ilk evimiz 3 katlı tipik bir Beypazarı eviydi. Bugün ne zaman uykum kaçsa, yatağımda gözlerim kapalı bu evin odalarını dolaşır, detayları hatırlamaya çalışırım. Onun için size bu evi kolayca tarif edebilirim.
Kasabanın merkezi sayılabilecek bir yerde yol seviyesinden biraz aşağıda, merdivenlerle inilen kocaman bir evdi. (Yol seviyesinden aşağıda olması nedeniyle yakınındaki dere, ki sanırım İnözü çayıydı, kabardığı zaman ya sel basar da evimiz su altında kalırsa diye korktuğumu hatırlıyorum.) İçinde iki aileyi barındıracak şekilde, bugünkü tabiriyle ikiz blok nizamında yapılmıştı. Bir tarafında biz, bir tarafında da ev sahiplerimiz oturuyordu.
Ev sahiplerimizin lakabıyla "Torunların Evi", olarak adlandırılan bu evin büyük ahşap kapısından içeri girildiğinde taş kaplamalı olduğu için taşlık dediğimiz bir giriş holü vardı. Bunun sağ tarafında eskiden hayvanların barındığı bir ahır vardı. (Biz burayı uzunca bir süre kuzumuz Kısmet'in mekânı olarak kullandık) Taşlığın ucundaki sarı tahta boyasıyla boyanmış ahşap merdivenden yukarı çıkıldığında bizim sofa dediğimiz büyük bir hole ulaşılıyordu. (Bir gün ablam beni bu merdivenden aşağıya yuvarlamış ve herkes bana bir şey oldu mu diye telaşla yanıma koşarken rahmetli babaannem "Yavrum korkma!" diye ablamın damağını kaldırıyormuş.)
Bu holün solunda büyük bir oda, sağında ise mutfak vardı. Odaya girildiğinde kapının arkasında, yüklük diye adlandırdığımız ancak diğer odalardaki yüklüklerden farklı olarak zemininde su gideri olarak yapılmış bir delik bulunan bir gömme dolap bulunuyordu. Burayı banyo olarak kullanıyorduk. Mutfakta ise taştan oyulmuş bir kurna ve üstünde uzun bir demir borunun ucuna takılmış bir musluk lavabo görevi yapıyordu.
Kışın çok soğuk olduğunda bu boru ve musluğun donarak annemin işini çok zorlaştırdığını hatırlıyorum. Duvardaki ahşap raflarda tabak ve tencerelerimiz diziliydi.
Bir gün bu tuvalette iken büyük bir gürültü ile irkilmiş, ne oluyor diye aşağıya baktığımda, künklerin yıkıldığını ve bahçeden gelen gün ışığını görmüş, çok şaşırmıştım. Yarım kat daha çıkıldığında merdiven yine büyük bir hole açılıyor, sağda bitişik eve açılan ancak her zaman kapalı duran ahşap bir kapı bulunuyordu. Tam karşıda büyük bir oda vardı. Sol tarafta ikinci mutfak ve içinde yaklaşık bir metre yüksekliğinde bir set vardı. Setin üstünde çatı arasına çıkmak için bir kapak bulunuyordu. Mutfağın bitişiğinde bir oda daha vardı.
Bu kattaki odalarda da yine dolap olarak kullandığımız yüklükler, duvarlarda ise oymalı ahşap raflar bulunuyordu. Bu raflara annem beyaz işlemeli örtüler yayar, üzerine vazo, biblo gibi süs eşyalarımızı koyardı.
Evin arka tarafında kocaman bir de bahçesi vardı. Genelde asmalarla kaplı olan bu bahçeden annemin üzümleri korukken toplayıp bize koruk şerbeti yaptığını hatırlıyorum. Üzümler olduğunda ise onları dalından koparıp yemenin keyfine doyum olmazdı.
Bizim evin yakınlarında oturan bir Firdevs Teyze vardı. Sık sık bizim bahçeye giriyor, meyveli ya da meyvesiz olduğuna bile bakmadan asmaları yolup ineğine götürüyordu. Annem onu defalarca uyardıysa da o aldırmamış, yolmaya devam etmişti. Bir gün annem dayanamayıp "Firdevs Hanım, sana kaç defa söyledim yolma bu asmaları diye, senin hiç izzeti nefsin yok mu?" diye çıkışınca Firdevs Hanım hiç istifini bozmadan; "Muallâ Hanım, ineği olanın izzeti nefsi mi olur?" diye cevap vermişti. Onun bu cevabı hepimizi çok güldürmüştü. Bu sözü bugün hâlâ benzer durumlarda kullanır, Firdevs Teyze'nin kulaklarını çınlatırız.
Geçen zaman içinde çocukluğumun en güzel anılarının geçtiği bu güzel ev de inşaat furyasından nasibini almış ve şimdilerde yerinde bir benzin istasyonu bulunuyormuş.
Çok yazık!..
Semiramis Kanbak